Göçte Çocuk Olmak

İnsan yaşlandıkça; yakın tarihteki olayları kolay hatırlayamazken, çok eski tarihlerde olan olayları adeta bugün yaşanmış kadar net ve kolay hatırlamaya başlarmış.

Bunun bilimsel açıklamasını, insan beyninin belli bir yaştan sonra ölen hücrelerin yerine yeni hücre üretemediği, hafızasına (beyin hücrelerine) yeni bilgi yükleyemediği; dolayısıyla eski hücrelerdeki eski bilgilerin (anıların) ön plana çıktığı şeklinde yapanlar var.

Ama insan hayatında öyle anılar vardır ki, insan bunları hiç bir zaman unutamaz. İnsanda kalıcı iz bırakan, derin sevinç veya üzüntü yaratan olaylar unutulmaz.

Düşünün bakalım kaçınız iki buçuk , üç yaşlarında yaşadıklarına dair bir şeyler hatırlıyor? Hafızanızı ne kadar zorlarsanız zorlayın aklınıza pek bir şey gelmiyor değil mi?

Ama ben o yaşlarda yaşadığım bir olayı bugün gibi berrak ve net olarak hatırlıyorum:

Üzeri brandayla örtülü bir kamyon kasası düşünün. Branda dediysem şimdikiler gibi yüksek ve bir insan boyunca olanlardan değil; ahşap kasanın bittiği yerden başlayıp kamyonun üstünü örtüyor o kadar. Yani kasada ancak çömelip oturabilirsiniz, ayağa falan kalkamazsınız.

İşte öyle bir kamyon kasasındayım. Yaşım iki buçuk, üç …

Köyümüzü, köyümdeki arkadaşlarımı, bayırımızı, bayırımdaki ağaçlarımı, evimizi, evimin ağılındaki kuzularımı geride bırakmışım. Kayabaşı’na son kez bakarken ağlayan ağabeylerim, ablalarım, annem ve babamla bende ağlamışım.

Nice geceler, yakında “Türkiyecilik” var diye heyecandan ve düşünceden uyuyamayıp sabahlayan ailemin konuşmalarını ocaklığın başında dinleyerek uyumuşum.

İki buçuk yaşındayım. Bir kamyon kasasında, Edirne yollarındayım.

Köyüm, kuzularım, aklıma geliyor. Ağlamak istiyorum, aman duyulmasın diye ağlatmıyorlar. Çünkü kamyon şoförü sıkı sıkı tembihlemiş:

“-Akhisar’a (Manisa) varıncaya kadar mola yerlerinde sakın sesinizi çıkarmayın. Polis görürse ceza yazar, parayı sizden alırım.”

Biz zaten elimizdekini avucumuzdakini haraç mezat satmışız. Bir bilinmeze yelken açmışız. Cezaya verecek para bizde ne arar ? Ben bile o yaşta bunu anlıyor; ağabeylerim, ablalarım beni uyarınca sesimi kesiyorum.

Ama öyle bir an geliyor ki, ahşap kamyon kasasının aralığından gördüğüm manzara karşısında;

“ Ayna (anne) ! ” diye şaşkın şaşkın bağırmaktan kendimi alamıyorum.

Aman Allah’ım bu ne güzel bir şey.

Şavıklı (ışıklı) dünya dedikleri bu olsa gerek.

Her yerde bembeyaz ışıklar. Türkiye ne şavıklı (ışıklı) bir yermiş Allah’ım.

O an beynime kazınıyor. Yıllarca unutamıyorum.

Daha sonra, biraz büyüdükçe anlamaya başlıyorum ki; benim gördüğüm yer, bir mola alanındaki yan yana dizilmiş lokantalar, kahvehaneler ve onların bembeyaz floresan lambalarının ışıklarından ibaret.

Hayatımda ilk defa gördüğüm bembeyaz floresan lamba ışıklarından o kadar etkileniyorum ki, o anı , o andaki şaşkınlığımı ve mutluluğumu hiç unutmadım.

Benim için Türkiye hala o şavıklı (ışıklı) yer.

Yaşadığım o şaşkınlık ve sevinç...

Ben, belki de bu yüzden Türkiye’yi ve Türkiye’nin geleceğini hep ışıl ışıl ve aydınlık olarak gördüm.

Benim için Türkiye demek aydınlık demek. Karanlıklara inat, ne olursa olsun hiç sönmeyecek bir ışık demek.

Bugün bile yatağıma uzanıp tepemdeki floresan lambaya baktığımda o anı yaşıyorum.

Şaşırmayın, ben kendimi bildim bileli, yani kamyon kasasındaki bir göçmen çocuğu olarak o floresan lambaları gördüm göreli, bembeyaz ışıklara hayranım. Bu yüzden yatak odamdaki lamba bile floresan ve bembeyaz ışıklı.

Ne diyeyim, böyledir göçün çocukları…

Ata topraklarından ayrıldıkları için mahzun; Ana yurdun ışıklarına kavuştukları için mutlu.

Yaşayanlar bilir; zordur göçte çocuk olmak, hem de çok zor…

 
Facebook'ta Paylaşın
 
 
 

İddiasız ve kendi halinde bir web sitesidir. Eleştirmeden önce lütfen bunu dikkate alınız...